İstanbul’un
tarihi ve ihtişamı içerisinde kaybolmaya niyetlendiğim bir gün daha.
Bu sefer
istikamet Fatih Cami.
Her yeri
bambaşka olan, semtlerini bölsen ülke olacak nitelikteki şehir, İstanbul!
Ben ise kendime Fatih’i seçtim.
Güneş’in saltanatını ilan ettiği bir pazar günü. İnsanlar benimle birlikte tramvaydan iniyor, her biri gideceği yönü bilircesine bir yerlere dağılıyor.
Ben ise kendime Fatih’i seçtim.
Güneş’in saltanatını ilan ettiği bir pazar günü. İnsanlar benimle birlikte tramvaydan iniyor, her biri gideceği yönü bilircesine bir yerlere dağılıyor.
Ben hariç,
elimdeki navigasyona bakıyorum ve bir ara sokağa giriyorum.
Balık istifi binaların depresifliği gözlerinden okunuyor.
Balık istifi binaların depresifliği gözlerinden okunuyor.
Sokak ana yola çıkıyor. Bir
toplulukla cemiyete gidercesine bekliyoruz kırmızı ışıkta. Bize yanan yeşil
ışık bir mutluluk ve bir o kadar da adrenalin oluyor. Nasıl bittiğini
anlamadığım bu kısa macera sona erince, asıl macera başlıyor.
Benim
haberim olmadan!
Ana yola paralel
bir oteller ve restoranlar caddesi uzanırken, ben hangi yola gireceğimi
navigasyonla istişare ediyorum. Başta yanılıp bir yokuşa çıkarken navigasyonun uyarısıyla
ana yol boyunca devam edip başka bir yokuşa doğru yol alıyorum.
Çevremde butik
oteller ve kebapçılar var. Sağ tarafta eski ve yorgun olan bir pansiyon var,
insan neden burada kalmak istesin diye sorguluyorum ve her insanın bin bir hikâye
oluşunun farkındalığıyla yoluma devam ediyorum.
Asıl niyetim
öğle ezanını Fatih Cami'nde dinlemek. Yetişmeye çalışsam da bu hayal İstanbul'a en çok yakışan sesle “ Ezan Sesi ” ile yarıda kalıyor ama olsun.
Koca bir
dağa tırmanırcasına yola devam ederken bir ara baya yorulduğumu fark ediyorum
ve kaybolduğumu zannetmem de ayrı bir durum.
Karşımdan gelen
hanımefendiye sormak istesem de vazgeçip yokuşu tırmanmaya devam ediyorum.
Navigasyon neredeyse geldiğimi söylüyor. Sağ tarafımda aperitif yemek yenilebilecek yerler var, birinde de limonata.
Navigasyon neredeyse geldiğimi söylüyor. Sağ tarafımda aperitif yemek yenilebilecek yerler var, birinde de limonata.
Güneşle ahbap olduğumuz şu günde dostluğumuzu
pekiştirmek için limonata biçilmiş kaftan.
Çok değil
yüz metre sonra sol tarafta ihtişamıyla Fatih Cami. Hemen sağda camiye bitişik
bir hazire.
Etkilenmemek mümkün değil. Küçük bir çocuğun bayram sabahı yeni elbiseler giymesi gibi bir mutluluk.
Etkilenmemek mümkün değil. Küçük bir çocuğun bayram sabahı yeni elbiseler giymesi gibi bir mutluluk.
Fatih Cami’nin
bahçesine giriyorum, sol tarafta musalla taşı üzerinde bir naaş.
Az önce
içimi rahatlatan yeşil renk şimdi bir faniyi alemlerin ötesine uğurluyor.
Üzerine nakşedilmiş
sözler biz geride kalanlara hakikatleri fısıldıyor. Her ne kadar insanın
isminin hükmü kalmamış olsa da vefat eden kişinin bir beyefendi ve avukat
olduğu hatırımda.
Hüznün
rengine bürünmüş yakınları, oturmuş banklara cemaatin namazdan çıkışını
bekliyor.
Az ötede
güneşin olmadığı bir yer bulup banka oturuyorum.
Fatih Cami tam karşımda, tablo misali.
Fatih Cami tam karşımda, tablo misali.
Çocuklar soğuk su satıyor etrafta. Biraz soluklanıyorum, arkamda Sahnı Seman Medresesi.
Kalabalık bir
cemaat namazı bitirmiş çıkıyor, aralarında naaşın yakınları da var.
Cenaze namazında
durulurken en yakınları da sevdiklerini uzun bir zaman göremeyecek olmanın
fidyesini gözyaşlarıyla ödüyor.
Sonuç aynı, bir süre sonra kalabalık dağılıyor.
Sonuç aynı, bir süre sonra kalabalık dağılıyor.
Caminin basamaklarını
tırmanırken iç avluya giriyorum, insanlar avluda oturuyor. İç kapının hemen
sağında “Vakıf Duası” yazıyor, okuyunca bir kez daha hayran oluyorum Fatih Sultan Mehmet'e.
İçeri de
büyük bir huzur ayrıca müthiş bir sanat eseri, yerli yabancı herkes doldurmuş
içeri.
Kimi namaz
kılıyor, kimi Kuran okuyor, yine en mutlu çocuklar koşuşturuyorlar cami de.
Bir süre
sonra Fatih Sultan Mehmet’i ziyaret etmek için ayrılıyorum. Kısa bir bulamayış…
Ya kapalıysa bugün? Diye büyük bir endişeye kapılsam da sonunda buluyorum
hazirenin giriş kapısını.
Kapıdan girmeden
önce ihtiyar ve yürümekte zorlanan bir teyzeyi ziyarete getirmiş oğlu. Teyze
hayli sıkıntı çekse de belli gelmek ve ziyaret etmek istediği.
Kapıdan içeriye
girince sağ tarafta tarihin tozlu sayfalarından gelen ve düne, bugüne, yarına
şahitlik eden kabirler var ve onlara yarenlik eden ulu çınarlar.
Biraz ileride
solda bir Türbe var altıgen şeklinde. İçeriye giriyorum, insanların kimi
oturmuş Kuran okuyor, kimi dua ediyor. Kimse yüksek sesle konuşmuyor.
Büyük bir edeple ziyaret ediyor.
Büyük bir edeple ziyaret ediyor.
İnsanların yüzündeki
Fatih Sultan Mehmet'e duyulan saygıyı görseniz karşınızda kanlı canlı biri
duruyor zannedersiniz.
Kavuşmanın mutluluğu
ve ayrılığın hüznünü yaşarken Valide Sultan’ın da kabrini ziyaret ediyorum.
Sonra ileride küçük bir kubbe dikkatimi çekiyor.
Her biri
sanat eseri olan mezar taşlarının yanından geçerek varıyorum küçük kubbeye.
Karşıma o
kadar kıymetli bir zat çıkıyor ki mutluluğumu anlatamam.
Tabi ki karşıma
Gazi Osman Paşa çıkıyor. Kulaklarımda Plevne Marşı yankılanıyor.
Bu büyük kumandanı ziyaretten sonra dönüyorum İstanbul Fatihinin yanına, aklıma yine aynı soru takılıyor.
Bu büyük kumandanı ziyaretten sonra dönüyorum İstanbul Fatihinin yanına, aklıma yine aynı soru takılıyor.
Rivayetler doğruysa, Fatih Sultan Mehmet’in mezar odası tam mihrabın altına denk geliyor. Yani sandukası altında değil.
Bu merak
beni ele geçirirken hazirenin dışına doğru yürüyorum, yanımdan bir aile geçiyor.
Baba çocuğunun elinden tutmuş Fatih Sultan Mehmet’in türbesini parmağıyla işaret ederek;
Baba çocuğunun elinden tutmuş Fatih Sultan Mehmet’in türbesini parmağıyla işaret ederek;
“Bak oğlum
büyük atamız” diyor.
O çocuğun
büyüyüp benim bu yazıma kendi anılarını eklemesini çok isterdim.
Bu yazı o
zaman zaman makinesine eş değer bir yazı olurdu.
“Gökten üç
elma düştü. Biri size, biri bana diğeri de tüm zamanda yolculuk yapanlara”…
Yorumlar
Yorum Gönder